Film festivalinden kişisel izlenimler-4

-
Aa
+
a
a
a

İster istemez Aguirre ile birlikte okunacak, onun ikizi gibi bir film: Yine Amazon’un derinleri, yine bir tekne, bilinmez düşmanlarla dolu bir coğrafya, tutku... Aguirre 16. yüzyıl ortalarında geçer, Fitzcarraldo 20. yüzyıl başlarında. İki film arasındaki fark, bununla sınırlı kalmaz aslında: Aguirre’nin tutkusu mutlak iktidardır, Fitzcarraldo ise yaşadığı yerde bir opera sahnelenmesi fikrine tutkuyla bağlanmıştır.

Tutkuyla bağlanan idealler denince, benim belleğim hemen Metin Erksan filmlerine kaçıyor – hani şu, hâlâ “Ustalara Saygı”daki sözcüklerden birini hak etmeyen yönetmen, hangisini hak etmediğini henüz öğrenemedik. Herzog’un çizdiği tutkulu adam resimleri, Erksan’ın çizdiklerinden ne kadar değişik. Erksan tutkusundan çıldıran, ihtirasla devinen insanlar çizer; Herzog’un tutkulu insanları ise Erksan’a kıyasla denetimli kişiler olarak çizilmiş.

Ne var ki, hele Kinski’nin benzersiz fiziği de göz önüne alındığında, bu denetim altına alınmaya çabalanan tutku da epeyi gerilim yaratabiliyor: Kinski, durgun fakat patlamaya hazır bir fırtına gibi dolaşıyor film boyunca; kimi anlarda patlıyor da, denetimini yitirdiği anda kilise basmaya dek götürebiliyor eylemini.

Bir de şu eğretilemeyi zikretmek gerek: Fitzcarraldo’nun tutkusu uğruna göze aldığı savaş sadece doğayla değil, çevresini saran kauçuk baronlarıyla da. En az derinlerine daldığı Amazon denli vahşi kişiler bu kauçuk zenginleri. Elde ettikleri zenginliği nasıl harcayacaklarını bilemeyen, çamaşırlarını temiz yıkatmak için ta Lizbon’a yollayan, inanılmaz paralara ancak zevksiz sıfatıyla nitelenebilecek binalar inşa ettiren, şımarık para babaları. Ormandaki vahşiler, ormanın ta kendisi ve zenginler: Bunların hepsi Fitzcarraldo’nun önünde engeldir.

Elbette buradan yola çıkıp zenginlik, yoksulluk, sömürü gibi okuma yolları tutturmak mümkün ama bu yollar bu yazının sınırlarını aşar. Biraz daha eğlenceli bir metinlerarası göndermeye işaret ederek Fitzcarraldo'dan söz etmeyi tamamlayayım: Mister No çizgi romanının bir sayısında, Amazon'un derinliklerinde devasa bir opera binası inşa ettiren ekzantrik bir zengin çizilir. Bu maceranın ayrıntılarını tespit edip aktarmak da verdiğim bir söz olarak burada kayda geçsin.

Fitzcarraldo'dan söz edişim bitti ama bu yazı bitmedi. Tepki alacağımı bile bile, sinema sektöründe çalışanların festivale dair tepkilerinden söz edeceğim çünkü. Dün DİSK'e bağlı sendikalar, Türkçe ve İngilizce yazılıp fotokopi yöntemiyle çoğaltılmış bir duyuruyu sinema girişlerine astılar. Bu duyuruda, zorunlu olarak özetleyeceğim, şunlar yazılıydı:

İstanbul Film Festivali yıllar önce yola çıkarken belirlediği amaçlardan uzaklaştı. Sinema emekçileriyle bağlantısını kesti, Türk sinemasını festivalin üzerinde bir yük olarak görmeye başladı. Bu durumla ilgili şikayetler ya da diyalog çabalarını da nerdeyse hakarete varan tavırlarla reddetti.

Sadece bir izleyici olarak ben, bu duyuruda ilan edilenlerin gerçek olup olmadığını bilemem. Bildiğim, duyuruyu hazırlayanların şu haklı şikayetinin tartışılması gerektiğidir: Festival yönetimi sinema emekçilerine, festival filmlerini izleme konusunda çok kısıtlı öndelik sağlamakta. Üstelik, bu tavır sinema emekçileriyle de sınırlı değil. Sinema, iletişim bilimleri ve benzeri dallarda öğrenim görenlere, hatta öğretim görevlilerine de benzer biçimde davranılıyor ve sıradan müşteriler gibi davranmaları bekleniyor.

Nedir, buna şaşırmamak gerek. İstanbul'un Anadolu yakasını yok sayan bir anlayışı yıllardır sudan bahanelere sığınarak sürdüren Film Festivali, artık kendini sınırladığı Beyoğlu'yla da yetinmiyor, seslenmekten imtina ettiği seyirciyi de yok saymaya başlıyor giderek.

Bunları Anadolu yakasında ikamet eden birinin, haklı olduğunu sandığım, öfkesiyle yazdığımı kabul edebilirim. Yine de, dertlerini duyuran sinema emekçilerinin, Türk filmlerine az yer verildiği konusundaki şu haklı serzenişini paylaşmakta hiç duraksamıyorum:Kendi ülkesinin filmlerini sadece bir seans sunan, bir de bu filmlerin arasından en iyi Türk filmini seçeceğini söyleyen bir festival yönetiminin söylemek istediği nedir? En iyi Türk filmini seçecek olan jüri zaten Türk film sektörünün içinden geliyor, bu filmleri bir kez seyretmeleri yeterli mi? Pekiyi, saygı duyulacak bir usta olan Ömer Kavur'un filmlerini seyretmek isteyenler de bir seansla mı yetinmek zorunda? Ve tekrara düşsem de bir daha, Anadolu yakasındaki seyircinin Türk filmi seyretmeyeceğini nereden biliyorsunuz?

Şunu da eklemek zorundayım: Amacım festivalin aleyhine konuşmak değil. Nerdeyse yirmi yıldır bu festivali takip eden bir seyirci olarak, herkesin mutlu olabileceği bir festival organizasyonun yapılabileceğine hâlâ inanmak istiyorum.